28 Mart 2008 Cuma

SEHABE-İ İKRAM

SAHABE-İ İKRAM
Allah-u Teâlâ'nın “De ki: Allah'ı seviyorsanız bana ittiba ediniz ki Allah'da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i İmran/31) emrini en güzel şekilde yerine getirmiş olan Sahabe-i Kirâm, din adına konuşma-Allah adına hüküm verme konusunda da takip etmeleri gereken yolu Resûlullah (A.S.) Efendimizden ögrenmislerdir. Onlar, Resûlullah (A.S.) Efendimizden gördüklerini ve duyduklarını aynen yerine getiren ittiba ehli insanlardı.

Sahabe-i Kirâm, fetva ve hüküm vermekten son derece kaçınırlardı. Bir konuda tereddüt ettiklerinde, o konu hakkında Kur'an'dan veya Resulullah (A.S.) dan bir açıklamanın bulunup bulunmadığını araştırırlardı. Buldukları takdirde hemen ona uyarlar, bulamadıklarında ise Resulullah (A.S.) Efendimize sorarlar ve aldıkları cevap neyi gerektiriyorsa onu yaparlardı.

Sahabe-i Kirâm, Resûlullah (A.S.) Efendimiz'in sohbetinde bulunmuş, O'nunla birlikte bir çok savaşlara katılmış, canlarını O'nun yoluna kurban etmiş, âyetler geldiği esnada Efendimiz ile aynı havayı teneffüs etmiş, ayrıca âyet ve hadislerin hepsi çok iyi bildikleri kendi ana dillerinde gelmiş olduğu halde hüküm vermeye cesaret edemiyorlar, onun sorumluluğu karşisında tir tir titriyorlardı. Çünkü Bedir Gününde esirlerle ilgili vermiş olduğu karardan sonra inen ayetler karşisında, Resûlullah (A.S.) ın nasıl hıçkıra hıçkıra ağladığını gözleriyle görmüşlerdi. Onlar Resûl'ün çiraklariydi, O'nun terbiyesini almışlardı.

Sahabe-i Kirâm'ın genel tutumu yukarıda ifade ettiğimiz şekilde olmakla birlikte, bazen hüküm vermek zorunluluğu ile karşi karşiya kalabiliyorlardı. Bu durum, Resûlullah (A.S.) ın hayatta bulunduğu dönemde bazı hallerde meydana geldiği gibi, irtihalinden sonra da meydana gelmiştir. Böyle bir durumda dahi onlar, Kitab ve Sünnet'ten yeterince bilgisi bulunan ve aynı zamanda bu bilgisini hadiselere uygulayabilecek kabiliyete sahip olan sahabilere müracaat ediyorlardı. Bunların da sayısı pek fazla değildi.

Resûlullah (A.S.) ın hayatta bulunduğu dönemde, savaş meydanında veya seferde bulunmak gibi çesitli sebeplerden dolayı O'na başvurulamayan ve hemen hüküm verilmesi gereken konularda Sahabe-i Kirâm ictihat etmiş ve hüküm vermişlerdir. Daha sonra Resûlullah (A.S.) ın yanına döndüklerinde olayı anlatmışlar, Efendimiz de onların vermiş oldukları hükümlerin doğru olup olmadığını bildirmiştir. Onlar da Efendimiz'in dediğine hemen uymuşlardır. Resûlullah (A.S.) ın tasvibine mazhar olan bu tür Sahabe ictihatları sünnet olarak kabul edilmiştir.

Resûlullah (A.S.) ın irtihalinden sonra Sahabe-i Kirâm, hükmünü vermek zorunda kaldıkları olaylarla karşilaştıklarında da aynı hassasiyeti göstermişlerdir. Abdurrahman b. Ebi Leylâ'nın anlattıkları, onların hassasiyetini ortaya koymaktadır. O diyor ki: “Bu mescitte (Medine mescidinde) Resul-i Ekrem'in ashabından 120 tanesine yetiştim. Hepsi de kendilerine bir mesele sorulduğunda veya bir fetvâ istendiğinde bunu başkalarına havale eder, cevap vermek istemezlerdi. Hatta birine bir şey sorulduğunda, onu diğerine havale ede ede tekrar kendine gelirdi, kimse cevap vermek istemezdi.” (Gazali, İhyâ)

Sahabe-i Kirâm, Tabiîn ve onları takip eden dönemde fetvâ vermiş olan zâtların isimlerini bir eserde toplayan İbn-i Hazm, yüzbinin üzerinde olduğu ifade edilen Sahabe-i Kirâm içerisinde fetva verenlerin (ictihat edenlerin) sayısını 146 olarak tesbit etmiştir. Bu Sahabelerin 120 tanesinden -kiminden bir, kiminden üç, kimisinden beş tane olacak şekilde- çok az fetvâ (ictihat) rivayet edilmiştir. Raşid Halifeler, Hz. Aişe gibi Efendimizin bazı hanımları ve Sahabe-i Kirâm'dan kadîlik ve yöneticilik yapmış olanlar da bu 146 rakamına dahildir.

Bütün bunların yanında, hakkında âyet ve Sünnet'ten delil bulunmayan bir konu hakkında hüküm verirken Râşid Halifelerin takip ettiği usül, onların hassasiyetini belgeleyen başka bir delildir. Hemen Sahabe-i Kirâm'ı biraraya toplayıp, onlarla istişare ederek hüküm verirlerdi.

27 Mart 2008 Perşembe

DİN ADINA KONUŞMAK

İlahi buyrukların muhatabı herkes olduğu için, dinî konular hepimizi ilgilendiriyor şüphesiz. Ama, dinin temsili sözkonusu olduğunda, herkesin kendi düşüncesini “dinî gerçekler” veya “dinin gerçeği” olarak anlatması ne kadar doğru olabilir? Konuşmacılar ve yazarlar nasıl bir yeterliliğe sahip olmalıdır? Ve bu yeterliliğin ölçüsü nedir?

Dinin sahibi Allah, kapsadığı alan ise dünya ve ahirettir. Allah, sahibi olduğu dini insanlara ulaştırmak için yarattıkları içerisinde en çok sevdiği ve seçtiği peygamberlerini aracı kılmıştır. Bütün peygamberler bu uğurda her şeylerini, hatta canlarını feda etmişler, Allah'ın muradını insanlara ulaştırmayı hayatlarının tek gayesi kılmışlardır. Buna rağmen peygamberlerin vazifesi, yalnızca Allah'ın buyruklarını tebliğ etmek olmuş, tebliğcisi oldukları din adına kendiliklerinden, kendi heva ve heveslerinden hiç bir şey söylememişlerdir. Bu tebliği sadece bilgi aktarımı olarak değil, Allah'ın vahyettiklerini bizzat yaşayarak insanlara ulaştırmışlardır.

Peygamberlerin yolunda giden ve hem zahiri hem manevi yönleriyle onların varisi olan gerçek alimler de tebliğ vazifesini yerine getirmenin gayreti içinde olmuşlardır. Yalnızca Kur'an ve Sünneti seslendirmişler, bu iki kaynakta açıkça bulamadıkları bazı detay konuları ise büyük bir hassasiyet ve titizlik içinde yine Kur'an ve Sünnetin genel anlayışına uygun olarak çözümleyerek insanlara sunmuşlardır.

Peygamberler ve onların varisi gerçek alimlerin tavrından çikan sonuç şudur: İlahî buyruklar bütünü olan dini, herhangi bir ideoloji gibi genel kültürle yorumlamak tarifi imkansız büyüklükte bir hatadır. Hele dini, bir başka söylemin önüne vitrin malzemesi olarak koymanın ne büyük bir vebal olduğu da açık. Zerre kadar imanî hassasiyeti bulunan bir kişinin şu ayetle irkilmemesi mümkün değil: “Eğer bu Kur'anı bir dağa indirmiş olsaydık, elbet onu Allah kor- kusundan baş eğmiş bir halde (ezilip bükülerek), paramparça olduğunu görürdün.” (Haşr/21)

Ne yazık ki günümüzde din adına konuşan ve yazan pek çok kişi, bir hobiden ya da herhangi bir sosyal vakıadan söz eder gibi rahat davranabiliyor. Kaldı ki, bu konularda bile herhangi bir yanlış anlatım, konu uzmanlarının itiraz duvarına çarpiyor.
Din adına konuşmanın da başindan itibaren bir ölçüsü var. Bu ölçü, bir şekilde İslâm'ı dile getiren herkesin mutlaka uyması gereken bir ölçü. Dini anlatanı da, onu dinleyeni de kurtuluşa erdirecek ölçü...